Her şey, her dakika değişiyordu. Sonuçlarının belki çok sonraları anlaşılabileceği, iğneyle kuyu kazmak biçiminde bir değişim çabası içindeydi bütün maddeler. Hepsi de bu yazgıya boyun eğmiştiler.Maya, boğazında düğümlenen kaygılarla kendini pencerenin önüne zor attı. Kentin alabildiğine uzun ufkunda bir, tanyerinin beyaza dönmeye başlayan gri renklerine, bir de onun altında uzanıp giden ışıkların binlercesine baktı. Bu ışıkların altında yaşayan, soluk alıp veren milyonlarca insanı getirdi usuna. Artık ormanları terk etmiş, akan suları yaşamından çıkarıp atmış ve fırtınaları önemsemeyen milyonlarca insanın evrimleşmesine neden olacak neleri kalmıştı? Bu soru onu korkuttu. Çünkü sorunun yanıtı kötü şeyleri getirmişti usuna. İnsanlığın çoğunluğu doğanın değil de, toplumun kurallarıyla değişim geçiriyor demekti bu. Zaten Profesör Kuray’ın Kuramı da bunu öngörmüyor muydu? Özgüllükten kopuş, insanın çarpık bir yapılanışına yol açarak ilkel güdülerinin uygarlıkla elde edilen yetilerle uzlaşıp birbirine karışmasına neden olmuştu. İlkel güdülenmeler, sonradan edinilmiş yetilerle kaynaşıp çağdaş insanı çarpıtmıştı. İnsan çarpılmıştı!.. Dinden, büyüden, eciden, bücüden! Çarpılmıştı insan!.. Çileden, hazdan, acıdan ve tutkudan... "Çarpılan insan, tapan insandı!"